Almanya’da yazılımcı olarak işe başlayan bir Türk, işe alım sürecinde yaşadıklarını ve adaptasyon sürecini, şirketteki insan kaynakları fonksiyonunu ve çalışma yaşamını kendi yorumlarıyla internette paylaştı.
İşte sosyal medyada “avusturya macaristan kralı” nicki ile deneyimlerini paylaşan yazarın o yazısı;
“bu yazıyı yazarkenki maksadım iş ve yaşam olanaklarının bizden ne kadar farklı olduğunu hissettirmek. evet, biraz almanya reklamı olacak. iyi reklam yapamam ama amacım da reklam yapmak değil. bilmeyenlere başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu anlatmak. benim gibi türkiye’de tıkanıp kalmış ve çıkış yolu olanlar varsa da onlara yol göstermek.
birazdan anlatacaklarımdan brezilyalı futbolcu olarak işe başladığımı sanabilirsiniz. baştan uyarayım, buradaki asgari ücretin aşağı yukarı 2 katına işe başlayan bir bilgisayar amelesiyim.
almanya’da daha önce üç yıl öğrenci olarak yaşamıştım.sonrasında gençlik hezeyanları sonucu geri döndüm. döner dönmez de pişman oldum ama iş işten geçmişti. üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçti ve bu yıl bir iş teklifi alarak geri dönmemin yolu açıldı.
mayıs ayı sonunda teklif aldım. sözleşmem eylül ayında başlıyordu. ancak hemen başvuru yapmamız, tüm belgelerimizin tam olması, sürecin tümünde türkiye’de benim almanya’da şirket tarafından sürecin hızlandırma çabalarına rağmen keyfi diyebileceğimiz şekilde vizenin çıkması 4 aydan fazla sürdü. (normali 4-8 hafta) bu süreçte şirket açısından çok şanslıyım. çünkü hep yanımda oldular. vizem ne kadar uzarsa uzasın beni bekleyeceklerini, endişeye kapılmamam gerektiğini defalarca ilettiler. buna rağmen bu bekleme süreci korkunç stresli geçti benim için. eğer şirket böyle davranmasa muhtemelen stresten kendimi keserdim.
İNSAN KAYNAKLARI FONKSİYONU
bizde insan kaynakları denilen ve çalışanları germekten ve çalışma ortamına zerre katkısı olmayan kurallar getirmekten, süper sıkıcı organizasyonlar yapmaktan başka işe yaramayan birim neredeyse benim kişisel asistanım gibi davrandı (ve hala öyle davranıyor) ve benim tüm sorularımın çözümünde yardımcı oldu. bunlardan biri de ev bulmaktı. ik (personalabteilung) bulduğu alternatifleri bana maille yolladı. benim yerime evleri ziyarete gidip yorumlarını paylaştı. ve hatta çalıştığım birimin müdürü ile gidip evin demirbaşlarını benim yerime kontrol etti ve evin anahtarını teslim aldı.
uçaktan indiğimde anahtarı almak için doğrudan şirkete gittim. çalıştığım birimin müdürü beni karşıladı ve taksiyi yollamamı, beni kendisinin götüreceğini söyledi. valizlerimi onun arabasına yükleyip yola çıktık. eve varınca bir valizi o aldı bir valizi ben ve daireye çıktık. adam bana bütün daireyi gösterdi. burada bu var, şurada şu var diye. yarın görüşürüz dedi. ben önce belgeleri hazırlamam gerektiğini düşünüyordum. ona söylediğimde sonra halledeceğimizi, yarın başlamamda sorun olmadığını söyledi.
ertesi gün işe gittiğimde müdürüm beni kapıda karşıladı. odamı gösterdi. masam hazırdı, kapıda adım asılıydı. masamda şehri tanıtan, yakındaki kültürel etkinliklerin bilgisini veren, yürüyüş yolu vb. bilgileri içeren 20-30 tane broşür vardı. benim için vatandaşlık bürosuna gidip alınıp masama konulmuştu. odadaki herkes beni gayet sıcak bir şekilde karşıladı. uzun süredir beni beklediklerinden bahsettiler. sonra ik’ya gittim. işe başlamak için gerekli kısa giriş eğitimimi verip imzalarımı aldılar. burada şirket politikası gereği yöneticiler dahil herkesle “senli benli” konuşulduğu bilgisini aldım.
o gün odaya gelen tüm çalışanlar yine gayet sıcak bir şekilde tebrik ettiler. bu arada daha önce gelmem beklendiği için mailim de önceden açılmıştı ve ik’nın 1 gün önce tüm personele attığı “yarın avusturya macaristan kralı işe başlıyor. kendisini sıcak bir hoş geldin ile karşılamanızı bekliyoruz” temalı mail bana da gelmişti ve yeni başlayanları mutlu ettirmek için her detaya dikkat etmeleri yüzümü güldürdü. abartmıyorum ortam o kadar aşırı iyi, aşırı şirinler köyü gelmişti ki, bu işin sonunda böbreklerim gidecek diye şüphelendim bir ara.
odadaki arkadaşlarım her konuda bana yardımcı olabilecek bilgiler verdiler. öğle yemeklerinde dışarıdan yemek yerine markete gidip mikro dalgada pişirmeye hazır yemekler aldıklarını veya evden getirdiklerini ve şirketin mutfağında yediklerini, böyle yapmanın hem daha sağlıklı hem de ekonomik olduğunu söylediler. bana da mantıklı geldiği için onlara uydum. günde 2 kez “kicker” (langırt) molası veriyoruz. bu başlıkta da örneğini gördüğüm veya başka yerlerde dedikodusunu duyduğum “almanlar ikram edilince yer, kendisine gelince hiç ikram etmez” lafının tam tersine korkunç bir ikramlaşma var. haftada iki kez birileri evde kek, kurabiye, pasta yapıp getiriyor. öğlenleri canı çikolata, gofret vb. çeken olursa genelde 5’li paket alıyor ve paylaştırıyor. ya da mesele kıymet bilmeyse, giderken lokum yaptırmıştım. odadakilere birer paket verdim. 1 paket de arttı. o paketi de o sırada odaya gelen, başka bir birimdeki elemana verdim. o da herkese dağıtmış. hala beni görenler lokum çok güzeldi, teşekkürler diyor.
ik’ya ya da buradaki adıyla personel dairesine dönersek; 1 hafta sonra vatandaşlık bürosuna (bürgerbüro veya einwohnermeldeamt diye bilinir) gidip ikamet kaydımı yaptırdık. almancam yeterli olmasına rağmen şirketin personel dairesindeki yetkili arkadaş bana yardımcı olmak için birlikte geldi. daha doğrusu beni arabasıyla götürdü. işleri hallettik. sonra yabancılar dairesinden benim ve eşim için randevu aldı. oraya da birlikte gittik. o sırada eşimin dil kursu muhabbeti oldu. şirkete döndükten 1 saat sonra eşim için bir dil kursu bulmuştu. bazı nedenlerle o kursu beğenmedik ve bize başka bir kurs için randevu aldı. yakındaki başka bir şehre giderek oradaki expat derneği ile benim vizemi kolaylaştırmak için görüştü. benim için o derneğin etkinlik broşürlerini alıp bana getirdi. yıllarca ik kavramına karşı olan nefretimi sıfırladı. (burada hakkını yemeyeyim, türkiyede çalıştığım son şirketin ik’sı da çok iyi bir insandı ama bu durum kişisel bir durumdu ve küçük bir şirketin tek kişilik İK’sı idi.
normalde kibar olmaya çalışan ve türkiye standartlarının üstünde biriyken yukarıda çokça bahsettiğim İK çalışanları ile muhatap olduğumda kendimi öküz gibi hissedebiliyorum. özellikle işe alım sürecindeki yazışmalar sırasında bunu çokça hissettim. kurdukları cümleler, yaklaşımları, benim rahatsız olabileceğimi düşünüp dikkat ettikleri detaylar, bana yardımcı olmak için çırpınmaları, bana daha fazla yardımcı olamadıkları için özürleri vs. bende hep yeterince ince hitap edemiyormuşum hissi yaratmıştı. dikkatle bakarsanız bir sürü benzer incelik detayını alman hayat tarzında görürsünüz. bu benim almanya’da ve almanlarda en sevdiğim şeylerden bir tanesi. istanbul’da toplu taşıma ile işe gidip gelen biri olarak her gün sinirlenecek 3-4 olay yaşarken almanyada 3 aydır tek olay yok.
iş hayatında da bir taraftan bu ince yaklaşımlar bir taraftan da işçi hakları ile ilgili kazanımlar bambaşka bir ortam sunuyor. mesela burada deneme süreniz bitince müdürünüz sizi tek başına işten kovamaz. tek başına birini işten kovma yetkisine sahip tek kişi ceo’dur. ya da diyelim bilgisayar karşısında çalışan birisiniz ve okuma gözlüğü ihtiyacınız var. şirket karşılamak zorunda. şirkette acil durumlar ile ilgili bizim ekipten birine eğitim verilmesi ve sorumluluk alması gerekiyordu. müdür bunu sorduğunda çalışanların ilk tepkisi “kaç saat ayıracağız ve saat ücreti ödenecek mi” oldu.
İZİNLER YASAL HAKLAR
yıllık izin minimum 21 gün olmak zorunda.(benim 30) bizdeki gibi 1 yıl çalışınca değil işe girince kazanılıyor. yani ilk çalıştığınız yıl da tatilinizi yapıyorsunuz. bu konuda da yine benim başımdan geçen bir olayı anlayış farkı açısından anlatmak istiyorum. ben çalışmaya ekim ayında başladım. yıl sonuna kadar 7,5 gün tatil hakkım oluyordu. ama bordroda 10 gün yazıyordu. odadaki alman elemanlara sorduğumda “taşınma sırasında evraklarda karışıklık olmuş, siktir et” babında, sözleşmem normalde eylül ayında başladığı için fazladan 1 ay hesaplanmış olabileceği ve kurcalamamam gerektiğini söylediler. ama ben müdürüme yine de sordum. verdiği cevap beni benden aldı. meğersem ben mayıs ayında iş görüşmesi için 2 gün geldiğim için, o 2 günü benim hayatımdan aldıkları için iznime eklemişler. ulan ben ki patron düşmanı solcu bir adamım. bu halimle sendika başkanı olsam, sözleşme görüşmesinde patrona gıcıklık olsun diye götümden madde uydurmaya kalksam aklıma gelmez. adamlar talep olmadan bu hakkı bana vermiş. üstüne de normalde yasal deneme süresi (6 ay) boyunca izin kullanılmazken, şimdi kullanmazsan seneye 40 gün izin olacak, şimdi kullanırsan daha iyi diye iznim kullandırıldı. böylece 6 günü resmi tatillerle geçen 3 aylık iş hayatımda 10 gün yıllık izin hak edip 4 ünü kullanarak son 10 günü izinli geçiriyorum. ki türkiye’de 8 yıl çalıştığım firmada 1 kere bile çift hafta blok tatil yapamadım. 40 gün izin fazlası ile işten ayrıldım. (kredi kartlarının yarısının üstünde adı yazan çok kurumsal bir firma) sonrasında girdiğim şirketlerden birinden tatilimi kullanamadan ayrıldım. diğerinde proje var diye iznimi kullanamadım. ondan da 2 yılda 23 gün izin hakkıyla ayrıldım.
sosyal haklar konusunda rekabet edecek bir tek iskandinav ülkeleri vardır sanırım. süresiz oturum sahibiyseniz, vatandaş olmasanız bile 14 ay çalışma sonunda 1 yıl işsizlik maaşı(asıl maaşınızın yüzde 67’si) ve sonrasında yine iş bulamazsanız sosyal yardım var. aslında süresiz oturum olmasa da bu hakka sahipsiniz ama çalışma vizesiyle işsiz kalırsanız sıkıntılı bir durum. parasız eğitim(üniversite dahil) ve sağlık var. hamilelikte 3 yılı bulabilen annelik izni, 1 yılı bulabilen babalık izni, devletin sunduğu meslek eğitimi, hobi kursu vb. destekler. içinde güncel süreli yayınlar ve bilgisayar oyunlarını bile bulabildiğiniz kütüphaneler, (bir kitabı bulamazsanız talep edip getirtebilirsiniz) sınavsız ve gerçek akademik eğitim veren üniversiteler vs. imkanlar var.
iş dışında iki nokta daha var vurgulamam gereken. bir tanesi toplu taşıma. daha önce de böyleydi. şimdi de böyle. toplu taşımada ayakta kalmak diye bir şey yok. siz ayakta dikilmek istemedikçe oturuyorsunuz. toplu taşıma sürekli saatlerinde geliyor. fiyat olarak istanbul’a göre pahalı. ama almanya’daki gelir durumuna göre uygun. (aylık şehir bileti 70 euro, çevre şehirleri içeren bilet 110 euro)
ikinci nokta ise gıda. 15 yıl önce burada yaşarken en çok şikayet ettiğimiz şey yemekti. şimdi ise gıda çeşitliliği ve kalitesi o kadar yüksek ki resmen sindirim sistemimiz bayram ediyor. bahsettiğim bizdeki karşılığı bim /şok olan marketlerdeki kalite ve çeşitlilik. türkiye bu açıdan fersah fersah geriye giderken almanya ileri koşmuş. bunun en bariz anlaşıldığı yiyecek tavuk. türkiye’de yediğimiz şey tavuksa almanyada yediğimiz ne merak ediyorum. dışarıda yiyecekseniz de inanılmaz çeşit var. yaşadığım 90 bin kişilik şehirde italyan restoranından uzakdoğu mutfağına bir sürü iyi restoran/lokanta var. hepsi de buranın gelir durumuna göre uygun fiyatlı. dışarıdan yemek konusunda da en kolay fark edilen farkın pizzacılarda olduğunu düşünüyorum. burada en tırt sokak pizzacısı bile çıtır ince hamura kaliteli malzemeli pizza yaparken türkiyede en kralım diyen yerler neden bu kadar başarısız olduğunu anlamadığım bir hamura çöp malzeme ve baharatı basıyor.
tavsiye eder misiniz diye soran olursa, bu kadar yazdıktan sonra hala soruyorsa gelmesin bence. dil sorunu olanlar için sözleyeyim, kesinlikle öğrenilir bir dil. halk eğitim’in (vhs) dil kursları akşam 6’dan sonra. yani bir yandan çalışırken bir yandan dil öğrenebilirsiniz. almanyanın aradığı meslek gruplarından birine mensupsanız dil bilmemeniy hoş görülebilir ama bu konuda istekli olduğunuzu kesinlikle göstermelisiniz.
son olarak ekşi sözlük’te bir yazar, almanya için ‘size insan olduğunuzu hatırlatan ülke’ demişti. bence de almanya tam olarak böyle. bana böyle bir hissi yeniden yaşattığı için teşekkür ediyorum almanya’ya. (şimdilik konsolosluk ve yabancılar daireleri hariç)